Rauf Orbay 3: Saltanatın Kaldırılması ve Lozan Anlaşmazlığı
Üçüncü Bölüm
Saltanatın Kaldırılması ve Lozan Anlaşmazlığı
Kaldığımız yerden devam edelim:
13 Kasım 1921’de Ankara’ya gelerek Sivas Milletvekili sıfatı ile TBMM’ye katıldı ve 17 Kasım 1921’de 167 vekilden ancak 84 oyla, o sırada boş olan Nâfia (=Bayındırlık) Vekâleti’ne seçildi ise de, Rauf Bey, yeter çoğunluğun oyuyla seçilemediğini belirterek istifa etti (1). 21 Kasım 1921’de çoğunluğun oyu ile tekrar Nâfia Vekâleti’ne ve TBMM Reis Vekilliğine seçildi ve 14 Ocak 1922 tarihine kadar bu görevlerde kaldı.
Atatürk’e göre, bu dönemde Rauf Bey, Müdafaa-i Hukuk Grubu içinde kalarak İkinci Grup ile birlikte hareket etti (2). Rauf Beyin Millet Meclisi’ndeki ağırlığını fark eden Ali Fethi Bey (Okyar), Mustafa Kemal Paşaya:
“Fevzi Paşa İcra Vekilleri Heyeti’nden çekilsin, Rauf Bey Başvekil olsun. Basiret ve kıymet sahibi olduğu nispette Meclis’in muhabbet ve itimadına sahiptir. Sen o zaman çok rahat çalışır, sadece askerî işlerinle meşgul olursun.” teklifinde bulundu.
Atatürk bir süre düşündükten sonra:
“Doğru! En isabetli tedbir bu olur” diyerek, bu fikri uygulamaya koydu.
Rauf Bey önce bu görevi kabul etmek istemedi, ancak Mustafa Kemal Paşanın teklifi üzerine, hükümeti kurma görevini üzerine aldı. TBMM’nin 13 Temmuz 1922 günü yapılan oturumunda, 204 milletvekilinden 197’sinin oyunu alarak İcra Vekilleri Başkanlığına seçildi. Bu görevde, 4 Ağustos 1923 tarihine kadar kaldı.
Ali Fethi Beyin tahmin ettiği gibi, Rauf Bey Başbakan seçildikten dört gün sonra, TBMM’de Misak-ı Millî Esasları hiç dokunulmadan aynen kabul edildi. Mustafa Kemal Paşanın Başkomutanlık yetkisi de, kat‘î zafere kadar uzatıldı.
Büyük Taarruz 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlandı. 19 Eylül 1922’de Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek için Ankara’dan İzmir’e hareket eden Rauf Bey, 29 Eylül 1922’de İzmir’de heyecanla Mustafa Kemal Paşanın boynuna sarılırken “Gazan mübarek olsun Paşam” diyerek kutlar. O da aynı samimiyet ve heyecanla Hüseyin Rauf Beyi kucaklayarak, “Rauf kardeşim, mis gibi bitirdiğimiz işte ortak olduğumuzu unutma. Nice zamandır, her mihnete katlanarak, lâkin hiç bir ümitsizliğe düşmeden, bugüne gelmeye çalışmadık mı? Gaza varsa onda müşterekiz. Sana da mübarek olsun” diyerek karşılık vermiştir.
Mudanya Mütarekesi’nden (11 Ekim 1922) sonra Lozan’da barış görüşmelerine İstanbul Hükümetinin de davet edilmesi, Saltanatın sonunu hazırlamıştır. Ankara hükümeti meydana gelebilecek ikiliği ortadan kaldırmak için Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa ve Ali Fuad Paşa ile seksen mebusun ortak teklifiyle Osmanlı Saltanatı, “hâkimiyetin TBMM’ye ait olduğu” kararıyla 1 Kasım 1922’de kaldırıldı. Ama Osmanlı Saltanatı’nın kaldırılması doğal olarak çok zor ve karmaşık olmuştur. Gelin yakından göz atalım:
Mustafa Kemal, arkadaşlarının Sultanla ilgili fikirlerini öğrenmek için onları kentin biraz dışında, Çankaya’daki mütevazı evinde akşam yemeğine davet etti. Bu yemekte, Trakya’dan gelen ve oradaki Yunan birliklerinin geri çekilmesini kontrol eden Refet, Moskova’daki görevinden dönen Ali Fuat ve kısa bir süre önce Malta’daki sürgünden dönmüş olan Rauf vardı. Bunlar, 1919’da Amasya’da, etrafında toplanan aynı insanlardı. Her birinin Mecliste taraftarları olduğu için Mustafa Kemal onlarla istişare etmeye önem veriyordu
Başkomutanın hırsına güvensizlik duyan ve halkın egemenliğine ilişkin 1921 Kanununu protesto etmiş olan Rauf, doğrudan konuya girdi:
– “Bazıları Saltanatı ve Hilafeti ilga edeceğinizi söylüyorlar,” dedi. “Bu iddialar hakkında ciddî bir şey var mı?”
Mustafa Kemal, kendi fikrini belli etmeden:
– “Önce ben sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek isterdim,” dedi.
– “Atalarım ve ben, Sultanın ekmeğini ve tuzunu yediğimizi düşünüyorum,” dedi Rauf. “Tabii ki Sultana ve Hanedana sadakatimizi inkâr edemeyiz. Şu sırada Osmanlı tahtında oturan VI. Mehmet’ten söz etmiyorum. O, bir haindir. Yok olmalıdır. Onun için mesele bitmiştir. Tutumu, bize her şeyi anlatmış oldu.
“Sultan ile Saltanat ayrı ayrı şeylerdir. Birisi bir insandır, değiştirilebilir. Diğeri dokunulmadan kalması gereken bir müessesedir. Mevcut Sultanın hatası ne olursa olsun, Hanedana karşı sadık kalmalıyız ve meşru bir Sultanın etrafında toplanmalıyız. Devletin başında, durumu öyle yüksek biri olmalı ki, partilerin çekişmelerinden uzak kalabilsin ve kimse kendini onun yerine koyma iddiasında olmasın.”
Rauf Bey’in cevabını Mustafa Kemal Nutuk’ta şöyle anlatır:
“Rauf Bey’den, saltanat ve hilâfet hakkındaki kanaat ve mütalaasının ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta, şu açıklamalara bulundu:
‘Ben, makam-ı saltanat ve hilâfete vicdanen ve hissen merbutum. Çünkü benim babam padişahın nan ü nimeti ile yetişmiş, Osmanlı Devletinin ricali sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerratı vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha muhafaza-i sadakat borcumdur. Halifeye mecburiyetim ise terbiyem icabıdır. Bunlardan başka umumî mütalaam da vardır. Bizde vaziyeti umumiyeyi tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da makam-ı saltanat ve hilâfettir. Bu makamı lağvetmek, onun yerine başka mahiyette bir mevcudiyet ikamesine çalışmak felâket ve hüsranı muciptir. Asla caiz olmaz.’
Refet de bu görüşü paylaştığını açıkladı. Ali Fuat, Moskova’dan yeni döndüğünü ileri sürerek ve sorunu düşünecek zamanı olmadığını söyleyerek kaçamak yola saptı.
Bunlar ateşli, yiğit vatanseverler ve sadık askerlerdi. Fakat Mustafa Kemal’ e göre siyaset adamı, hele devrimci hiç değillerdi. Bu meşruiyetçi ve gerici insanlar, Türkiye’den yeni bir minyatür Osmanlı İmparatorluğu yapmak istiyorlardı. Yüz kere onlara, ülkenin, Sultanın ve İslamın eriyen nüfuzundan kurtulduktan sonra yeni temeller üzerine kurulabileceğini anlatmıştı. Başlamış olan ihtilâlın başka bir gayesi yoktu. İhtilâl her şeyden önce, eğer kurtarıcı bir hareket değilse hiçbir mana ifade etmezdi…
Ama bu, boşuna çabaydı. Daha önceki düşünceleri değişmemişti: Tahta bağlılık, geleneklere saygı. İşte tam bu yüzden az daha Türkiye yok olup gidecekti. Bunu anlamaları için ne yapmalıydı?
1919’daki gibi, kendini yol ayrımında buluyordu. “Eğer beni önder olarak seçiyorsanız,” demişti o zaman onlara; “sonuna kadar her ne olursa olsun benim kaderimi paylaşmak zorundasınız. Yarın, belki asi ilân edileceğim… Körü körüne bana itaat etmenizi istiyorum…” Arada, iç savaşı bastırmış, ülkeyi kurtarmış ve galipleri, azmi önünde eğilmeye zorlamıştı. Ama bütün bunlar, kendisine güvenmeleri için yeterli değildi. Bir kere daha, üzüntü ile yalnız hareket etmesi gerektiğini anladı.
Bu sırada Müttefikler, Gazi’nin planlarını kolaylaştıran bir beceriksizlik yaptılar. 1922 Ekim ayının son günlerinde, Türkiye ile barış antlaşması imzalamak üzere kısa sürede Lozan’da bir barış konferansı düzenleyeceklerini bildirdiler. Aynı zamanda İstanbul ve Ankara’dan Lozan’a temsilci göndermelerini istediler. Sultan adına Tevfik Paşa hemen bu daveti kabul etti.
Bu haber, bütün Türkiye’de bir kızgınlık fırtınası yarattı. Türk halkının cevabı açıktı: Sultanın bir nazırının kendisini konferansta temsil etmesini kabul etmiyordu.
Bu tepkinin canlılığı Mustafa Kemal’e yanılmamış olduğunu kanıtladı. Askerler ve köylüler, memleketlerinin geleceği üzerinde Meclisteki hizip başkanlarının çoğundan daha açık seçik bir sağduyu sahibiydiler.
Mustafa Kemal, arkadaşlarının kuruntularına aldırış etmemeye karar verdi. Halkın temsilcisi olan Meclise, VI. Mehmet’in tahttan indirilmesini kabul ettirecekti.
Büyük Millet Meclisi 30 Ekimde toplandı. Oturum fırtınalı oldu. Milletvekilleri, Sultana karşı hınçlarını ortaya vurmak ve Tevfik Paşanın tedbirsizliğini yermek için birbiri ardından kürsüye çıktılar.
Konuşmaların şiddeti her yeni konuşmacı ile birlikte artıyordu. Bu ateşli hava, Mustafa Kemal’in tasarısını gerçekleştirmek için uygundu. Sultanın uzaklaştırılması bir iç siyaset sorunu olarak kaldığı sürece, ona bir çare bulmak güçtü. Müttefikler sayesinde, sorun dış siyaset sahasına kaydırılmıştı ve Vahdettin’e yapılan davet, sadece bir hakaret gibi görünmüyor, ama aynı zamanda Türkiye’yi zaferinin meyvelerinden yoksun bırakmaya da yönelik görünüyordu.
Bir komisyon kuruldu. Komisyonun olumlu görüşünü alır almaz, Mustafa Kemal, Meclise geldi ve devam eden oturumda karar almalarını istedi. Havanın aleyhine dönmekte olduğunu hissediyor ve işleri çabuklaştırmak istiyordu. Salonun bir tarafında, silahlı oldukları kesin, sekseniki taraftarı olduğu halde kürsüye çıktı ve açıklamalarını şöyle bitirdi:
“Büyük Millet Meclisi, 20 Ocak 1921 Anayasasının, Mîsâk-ı Millî tarafından talep edilen toprakların tümüne tatbik edilmesini kararlaştırdı. Bunun sonucu olarak bütün Türkiye, Ankara Hükümetinin idaresine geçmektedir, zira Türk Milleti, tek bir şahsın hâkimiyeti üzerine kurulu İstanbul Hükümetinin şeklini, ebediyen tarihe mal olmuş telâkki etmektedir.”
Formül akıllıcaydı. Sultanın adını anmıyordu. Bu kararı, Meclisin daha önce almış olduğu bir karara bağlıyor ve Saltanatın kalkmasını, toprakların tek bir otoriteye bağlanmasının doğal sonucu gibi takdim ediyordu. Sonuçta, bu karar, Batılı Güçlerin diyecek hiçbir şey bulamayacakları demokratik bir ilkeden esinlenmekteydi.
Mustafa Kemal konuşmasını bitirince Saltanatın kaldırılmasının alkışlarla kabul edilmesini istedi. Birçok milletvekili oylamanın ad okunarak yapılmasını önerdiler. Mustafa Kemal reddetti. Taraftarları sinirlenmeye başlıyordu. İçlerinden çoğu Sakarya ve Dumlupınar’da yanında savaşmış genç subaylardı. Eğer emir verirse kalabalığa ateş etmekte tereddüt göstermeyeceklerdi.
– “Eminim ki, Meclis bunu oy birliği ile kabul edecektir,” dedi her kelimenin üzerine basarak. Bu sırada taraftarlarının elleri silâhlarındaydı. “El kaldırarak oylama, kâfidir.”
Meclis Başkanı, gözleri Mustafa Kemal’in üzerinde, öneriyi oya sundu. Kırk kadar el kalktı.
– “Oy birliği ile kabul edilmiştir,” dedi kısaca.
Sonunda Saltanat bu adımla kaldırıldı: 1 Kasım 1922
Padişah Vahdettin’in 17 Kasım’da ülkeyi terk etmesiyle, “hilafetin Hanedan-ı Âli Osman’a ait olduğu” kararıyla da TBMM, Abdülmecid Efendi’yi halife seçmiştir.
Hüseyin Rauf Bey, Abdülmecid Efendi’nin halife seçilişini şöyle aktarmaktadır:
“Mustafa Kemal Paşa ile Vahdettin’in yerine bir halife seçimi konusunda hem fikirdik. İsteseydik hain durumuna düşmüş saltanat ile halifeliği birlikte kaldırabilirdik. (3)
Saltanatın kaldırılması ve yeni halifenin seçilmesinden sonra, sıra Lozan’da Türkiye’yi temsil edecek murahhas heyetin seçimine gelmişti. Konferans öncesinde, Murahhas Heyeti Başkanı olarak Türkiye’yi temsil edecek üç kişinin ismi geçiyordu. Bunlar, Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Başvekil Hüseyin Rauf Bey, Mudanya Mütarekesi’ni imzalayan Millî Savunma Bakanı İsmet Paşa ve Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Beydi. Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey ile konuştuktan sonra, tercihini İsmet Paşadan yana kullandı (4). Yusuf Kemal Beyin istifasıyla Dışişleri Bakanlığı’na atanan İsmet Paşa, Rauf Beyin teklifiyle Murahhas Heyeti Başkanlığı’na getirildi (5). İsmet Paşanın yokluğunda Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlıklarına da vekâlet eden Başvekil Rauf Bey ile İsmet Paşanın arasında konferans sürecinde bazı anlaşmazlıklar yaşandı (6). Rauf Bey, İsmet Paşanın Lozan müzakerelerinde hükümetin kararlarının dışına çıktığı (Meselâ, Yunanistan’ın Batı Anadolu’da meydana getirdiği tahribata karşılık istenen tazminat, İngilizlerin gasp ettikleri savaş gemilerinin bedellerine karşılık, Meriç’in batısındaki Edirne’nin istasyonu olan Karaağaç’ı tutması gibi) gerekçesiyle, müzakerelerin sonunda, muahedeyi imzalama talimatını göndermemiştir(7). O sırada müşkül duruma düşen İsmet Paşaya söz konusu yetkiyi, TBMM Reisi sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa vermiştir. Başvekilin aynı gün Lozan’a bir kutlama mesajı da göndermemesi ilişkileri koparmıştır. Rauf Bey, İsmet Paşanın Ankara’ya dönüşünde onunla karşılaşmamak için yurt gezisine çıkmak istemiş, Gazi Paşa da başbakanlık görevinden istifa etmesi şartıyla bu izni vermiştir. Rauf Bey de 13 Ağustos 1923’te başbakanlıktan istifa etmiştir.
Rauf Bey, bu istifayı şöyle anlatmaktadır:
“Lozan görüşmelerinin devam ettiği günlerde, İsmet Paşa, Lozan’dan yazdığı telgraflar ve aldığı vaziyet gereği bir takım sıkıntılar oldu. Ben ne olursa olsun bir daha İsmet Paşa ile yüz yüze gelemem ve artık onunla birlikte bir daha çalışamam. Esasen sulh muahedesini imzalamış olduğu gibi, bunu tatbik işini de ona bırakmak doğru olur düşüncesindeyim”.68
İsterseniz aynı devreyi bir de Benoit-Méchin’in kitabından okuyalım:
Artık savaş bitmişti, 5 Ağustos 1921 tarihli kanunla kendisine verilen tam yetkiler de son buluyordu ve muhalefet bundan yararlanarak başkaldırıyordu. Rauf, Başvekil (Başbakan) olmuştu. Mustafa Kemal Meclis Başkanı olarak yerindeydi. Ama yetkileri kısıtlanmıştı. Muhalifleri, onun, temsili bir rol üstlenmesini tercih ederlerdi. Ama bu, onu iyi tanımamaktı…
Hükümetin idaresini tekrar eline geçirmesine engel olmak isteyen Rauf, Saltanatın kaldırılmasını ilân eden kanunu Meclise kabul ettiriş tarzından dolayı onu affetmiyordu. Lozan’a giden heyetin başına İsmet Paşayı koyduğu ve ona, Meclise danışmadan, tek başına talimat verdiği için Mustafa Kemal’i açıkça kınıyordu, iyi niyetle olmadığı belli bir şekilde, eğer meslekten bir diplomat görüşmelere gönderilseydi, bundan daha kötü olmayacağını açıklıyordu. Ona göre Mustafa Kemal, otoriter, çabuk kızan ve her türlü danışmaya kapalı, gerçek bir zorba, paylaşılacak sağduyulu fikir yerine yıkıcı fikirlerle dolu bir insandı. Türkiye’nin siyasetini onun ellerine bırakmak, en kötü felâketleri davet etmek demekti.
Bu şikâyetler yeni değildi. Ama Rauf’un çok ustaca saklayabildiği, derin ayrılık duygularına tercüman oluyordu. Kurtuluş Savaşını sevinçle karşılamıştı ve hatta orada ön planda rol almıştı. Ama Mustafa Kemal’in öğütlediği devrimleri asla onaylamıyordu. Aralarından bazıları ona kabul edilemez, hatta korkunç geliyordu. Şimdi savaş bittiğine göre, aynı şekilde devrimi “durdurmak” istiyordu. Kendi deyimine göre, “sağlıklı esaslar getirmeyi”, yani geriye gitmeyi özlüyordu.
Aleyhteki kampanya Mecliste uygun ortam buluyordu. Mebuslar Gazi tarafından oldukça kötü muamele görmüşlerdi. Lozan Antlaşmasının imzalanmasının, Türkiye’nin geçirdiği savaş dönemini noktaladığını düşünüyorlardı. Bu bölüm kapanmıştı, sayfayı çevirmek gerekti. Ülke uzun bir dinlenme ve toparlanma dönemine muhtaçtı. Mustafa Kemal orada olduğu sürece, Türkiye asla huzura kavuşmayacaktı.
Yalnız Meclisin önemli bir hizbini değil, aynı zamanda Kâzım Karabekir, Refet, Ali Fuat, Nurettin gibi büyük paşalarını da “yumuşama siyaseti” ne çekmiş olan Rauf, “kahraman olmanın bir zamanı vardır, bilge olmanın da” diye tekrarlıyordu. Hatta Mustafa Kemal’in kalbini açtığı tek insan, olan Arif’i bile muhalefete geçirmişti!
Mustafa Kemal’e gelince; Kâzım Karabekir ve Arif’in bu yeni tutumu dışında, bunalım onun için şaşırtıcı değildi. Gazi uzun zamandan beri, inandığı yolda yürüdükçe arkadaşlarından çoğunun kendisinden kopacağını biliyordu. Saltanatın kaldırılması sırasındaki kararsız tutumlarından ötürü haklarında en ufak bir kuşkusu yoktu. Ama yine de bu tutum onu düş kırıklığına yöneltiyor ve kendisini bırakıp da İstanbul’a koştukları zaman duyduğu aynı acıyı veriyordu. Daha da kötüsü: bu terk etme, dinlenmenin hayal olduğu yeni atılımlara hazırlandığı bir sırada canını pek sıkıyordu. Artık sadece İsmet ve Fevzi’ye güvenebilirdi ve onların da kendisini terk edeceği günlerin yakın olup olmadığını düşünüyordu. (8)
İsterseniz bu bölümü de burada noktalayayım. Çünkü hem saltanatın kaldırılmasını özümsemek kolay olmayacak, hem de birçok kişiye rağmen Cumhuriyet’in ilanı iki olayın birbirine karıştırılmasına neden olacak…
Kalın Sağlıcakla…
Dr. Ahmet Girgin
Eylül 2018
Kaynaklar:
- TBMM Zabıt Ceridesi, c. XIV, s. 286; Atatürk bu istifayı, Rauf Beyin TBMM’deki muhâliflerle hareket etme eğiliminden kaynaklandığını ifade etmektedir. Bkz. Nutuk, II, s. 634.
- Atatürk, “Kara Vâsıf Bey ile Rauf Bey, karşı grubun kurulmasında, güçlendirilmesi ve yönetiminde daha ilk günden, birlik oluyorlar ve yöneticilik yapıyorlar. Ama Rauf Bey, açıktan açığa İkinci Grub’a geçmeyerek bizim içimizde kalmak durumunu yeğliyor. Bu durum üç yıl sürdü. Rauf Bey, en sonunda -kendi deyişiyle- “bizimle birlikmiş gibi görünme imkânı kalmadığı zaman ayrılığını açığa vurmak zorunda kaldı” şeklinde açıklamaktadır. Bkz. Nutuk, II, s. 664;
- Atatürk, daha sonra, saltanat ile hilâfeti birbirinden ayırarak, saltanatı kaldıracakları gün Rauf Beyden lehte konuşmasını istediğini, Rauf Beyin aynı zamanda “Saltanatın lağvolunduğu günün bayram kabul edilmesi teklifini dermeyan ettiğini” de belirtmektedir. bkz. Nutuk, II, s. 686.
- TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, c. XXIV, s. 335-37; Cemal Kutay,…Rauf Orbay, s. 72-5; Türkiye Dış Politikası’nda 50 Yıl, Lozan (1922-23), Ankara 1973, s. 4.
- Atatürk “Rauf Beyin tahtı riyasetinde bulunacak heyetin bizim için hayati olan meselede muvaffak olacağına emin olamıyordum. Rauf Beyin de kendini yetersiz görmekte olduğunu sezinliyordum” intibaında olduğunu belirtmektedir. Bkz. Nutuk, II, s. 681.
- Bu konu sorulması üzerine Başbakan Rauf Bey, Lozan görüşmelerinde Murahhâs Heyetin “tam yetkili olduğuna” dair Le Journal Gazetesi’ne bir mülâkat verdi. Bkz. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 8 Kanunusani 1923, Pazartesi.
- Rauf Bey TBMM’ye: 1- Misak-ı Milliye kararlarından zerrece fedakârlık yapılmayacağı, 2- Savaş tazminatı alınacağı, 3- Patrikhane’nin yurt dışına çıkarılacağı, 4- Rum azınlığın kesinlikle mübadele edileceği, yolunda teminatlar vermişti. bkz. Nutuk, II, s. 669-74; TBMM’de Lozan’ın maddelerinin tartışması için bkz. TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. III, s. 1146-62.
- Jacques Benoit-Mechin: Mustapha Kemal ou la Mort d’un Empire, Paris 1954
- http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-58/huseyin-rauf-Orbayin-hayati-1880-1964
Ahmet Kunt
2 Eylül 2018 @ 14:11
Sevgili Adaşım!
Atatürk sadece başkomutan, devlet kurucu filan değil…. nelerle uğraşmış! Allah bize bir dahi devlet adamı yollamış!
drgirgin
2 Eylül 2018 @ 16:45
Sevgili Adaşım,
Tam üstüne bastın..))
İşte ben de bunları öğrenip takdir ettikçe, sizlerle paylaşmak istiyorum…
Üzüntüm, Mustafa Kemali okulda böyle öğretememiş ve öğrenememiş olmamız…
Daha da acısı, bunları bir yabancının yazdığı kitaptan öğrenip, paylaşmak…(((
İnşallah, bir nebze katkım olur..
Sevgiler..